Tüm devletler masum mudur? Bugünün en büyük
sorunlarından birisi olan ırkçılığın nedeni ve çözümü nedir? İnsanlık tarihinin
utanç lekeleri olan savaşlar küçük insanların hayatında nelere sebep olmaktadır?
Bu soruların cevabı Zülfü Livaneli’nin çok beğenilen ve okunan romanı Serenad’ta
yer alıyor. Türkiye’nin önemli değerlerinden olan yazar, yönetmen,
politikacı ve müzisyen Zülfü Livaneli, 2016 yılında basılan eseri Serenad ile
yaklaşık bir asır öncesine dayanan acılar, savaşları, ölümleri ve yaşanmışlıkları
dokunaklı bir hikaye ile ele alıyor. Bu yorumu okurken bir yandan da Schubert'in Serenad'ını dinlemek önerimdir.
Her şey, 2001 yılının Şubat ayında
İstanbul Üniversitesi’nde görevli olan Maya Duran’ın üniversitenin daveti
üzerine İstanbul'a gelen Alman profesör Maximilian Wagner ile tanışması ile
başlar. Baya yaşlı ve yaşlı olduğu kadar da bilge olan Maximilian zamanla genç
hanım ile samimileştikçe Maya’nın bilmediği konuları, kendi yaşadıklarını ve
tarihin kara anlarını anlatır. 24 Şubat gecesi Profesör’ün özel isteği
üzerine Şile’ye doğru yola çıkan Maya ve özel şoför buz gibi soğuk gecede
Profesör’ün Karadeniz’e karşı keman çalmaya başladığını fark ederler. Donmak
üzere olan yaşlı Maximilian, Maya’nın çabaları ve onu ısıtmasıyla ölümden geri
döner. Yaşananlardan sonra Maximilian her şeyi, gizemli geçmişini Maya’ya
anlatmaya başlar. Geçmişi tarafsız bir şekilde acıyı, hasreti ve kaybı bizzat
yaşamış birinin dilinden dinleyen Maya devletler, milletler, insanlar arasında
yaşanan savaşları, çıkar çatışmalarını ve ırkçılığın çirkin yüzünü anlar.
Maximilian Wagner’dan sonra şoförün ona attığı iftira yüzünden işinden olan
Maya, Profesör’ün tavsiyesiyle kitap çevirmeye başlar. Geri kalan hayatına ise ailesinin
gizli gerçekleri, devletlerin zalim politikaları ve savaşın yarattığı nefretin
farkında olarak devam eder.
Serenad romanında
olaylar genel olarak belirli iki zaman diliminde geçmektedir. 1940’ların ve
2000’lerin başında yaşayan insanların hikayeleri anlatılmakla beraber o
dönemlere de ışık tutulmaktadır. 1940’larda Avrupa’da gerçekleşen ve tüm
dünyayı sarsan İkinci Dünya Savaşı vardır. Neredeyse tüm ülkeler ve bireyler bu
savaştan etkilenmiş ve zarar görmüştür. Bu ülkeler arasında Türkiye de vardır.
Askeri denetimlerin artırılması, her iki savaş tarafından gelen savaşa davet
baskısı, sınırlara kadar gelen Nazi tehlikesi gibi durumlar yeni savaştan
çıkmış Türkiye’yi ve vatandaşlarını senelerce korku içinde yaşatmıştır.
Zararın yanında savaşın getirdiği yararlar da olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın
getirdiği en büyük yarar Türkiye’ye kaçan aydınların ve bilim adamlarının genç
ülkeyi kalkındırmasında büyük bir role sahip olmasıdır. Hitler Almanyasından
kaçan Yahudi akademisyenler bugün Türkiye’sinin modern hukuk ve eğitim
sisteminin kurulmasında büyük yardımları ve fikirleri olmuştur. Romanın başkahramanı
Maximilian Wagner ne kadar Yahudi olmasa da bu grup içinde yer almıştır ve
karısının ölümüne kadar çalışmalarını Türkiye’de yürütmüştür. Bundan 60 yıl
sonra yani 2000’lerin Türkiye’si tasvir edilir. Tüm dünya gibi Türkiye de
ekonomik kriz içindedir. Döviz kurları, yaşam fiyatları, masraflar ve faturalar
insanların karşılayamayacağı bir düzeye gelmiştir. İşte böyle bir atmosferde,
dul ve bir çocuk annesi olan Maya Duran kendi ayakları üstünde durmaya, tek
başına çalışmaya ve oğlunu okutmaya çalışmaktadır. 1940’ların mağdur profesörü
ile 2000’lerin çilekeş annesinin yolu tam burada gerçekleşir. Her ikisi de
birbirlerine bir şeyler katar ve yolları ayrıldıkların ikisi de eski Maximilian
ve Maya değildir. Maya gerçeklerin ve geçmişin farkına varan ve insanların neye
muktedir olduğunu anlayan bağımsız ve güçlü bir kadındır artık. Ona iftira
atanların ve zorluk çıkaranların aksine sevdiği işi yapmaya yani kitap
çevirmeye başlamıştır. Artık güzel bir yerde güzel bir işi vardır. Maximilian
ise geçmişe ve kaybedilene dair olan kederini az da olsa unutmuş ve içini başka bir insana açabilmiştir.
Böylece içinde biriken yalnızlık ve keder boşalmış ve kendini daha rahat
hissetmiştir.
Kitap mekan
bakımından da zengin bir eserdir. Türkiye’nin çeşitli yerlerinin çeşitli
zamanlarda betimlemesi bulunur. Özellikle İstanbul ve Pera Palas, İstanbul
Üniversitesi ve Ayasofya gibi pek çok tarihi yerin anlatımı ustaca işlenmiştir.
Özellikle bu mekanların 60 yıl arayla anlatılması okuyucuya geçmişe dair büyük
bir özlem uyandırmakla beraber bu yerlerin değişimini de gözler önüne
sermiştir. Zengin mekan betimlemeleri sadece İstanbul ile kalmamış, Türkiye’yi
aşıp Almanya ve Amerika’yı da ele almıştır. Almanya’nın çeşitli şehirlerine
araştırma için ziyaretlerde bulunan Maya bu şehirleri tarif ederken tüm
tarihiyle beraber eski ve şehrin simgelerine dönüşen yapıtları da anlatmıştır.
Şehirlerin sakin ve yeşil görüntüsü insana huzur vermekle beraber doğanın
güzelliğini de hatırlatmaktadır. Amerika’ya Maximilian’ı ziyarete giden Maya
uçakla indiği Chicago şehrini de az da olsa gözler önüne sermiştir. Şehrin
modern ve kalabalık yapısı az da olsa İstanbul’u andırıp onu biraz rahatsız
etse de buranın İstanbul kadar kötü olmadığına karar verir. Bu şehirlerin
detaylı betimlemesi ve yapısal incelemesi sayesinde okuyucu hem karakterler hem
de mekanlar hakkında tatmin edici bir bilgiye ulaşıp romanın derinliğine
girebilmiştir.
Maximilian
Wagner, Maya Duran ile ilk tanıştığında açılan sohbette genç veya yeni hiçbir
devletin masum olmadığını ve hepsinin kendi çıkarları için insanlık dışı
eylemlerde bulabileceğini söyler. “Hiçbir iktidar masum değildir. Bütün
iktidarlar öyle ya da böyle, birinin katilidir…” (Livaneli, 59) Tüm devletler
ne pahasına olursa olsun sadece kendi çıkarlarını düşünürler. Kendi çıkarlarını korumak
uğruna insanlık dışı yollara başvurmak yöneticilerin kaçınamayacağı bir
durumdur. Bu iktidarda olmanın yapısında vardır. İyi niyetli olsun ya da
olmasın iktidarda olan insanların aynı halde kalma imkanları yoktur. Wagner’in
iktidarlara olan bu düşüncesinin arkasında yaşadığı olaylar vardır. Kendisi
Hitler Almanyasında yaşayan bir Katoliktir ve uğruna besteler yazdığı Yahudi
Nadia’ya aşık olur. Gizli evlilik ve gözden ırak yaşamalarına rağmen Nazilerden
onları asla rahat bırakmaz. Ailesinin desteğiyle genç Maximilian eşiyle beraber
bir trenle ülkeden kaçmaya başlar. Lakin bu trende eşi askerler tarafından esir
alınır ve Maximilian onsuz ülkeden ayrılır. İstanbul’a gelir gelmez sevgilisini
kurtarmak için her yere uğrar. Doğru ve nüfuzlu kişilerin yardımı sayesinde
Nadia Filistin’e inecek bir gemiye binebilme şansı elde etmiştir. Bu geminin
ismi Struma’dır. Her şey genç çift için çok güzel giderken gemi İstanbul
Boğazı’nda ikinci kez arızalanır ve durur Böylece ölümden kaçan yolcular için 9
haftalık bir açlık ve sefalet dönemi başlar. Türkiye iktidarı ise hem İngiltere
hem de Almanya’dan gelen baskılar sonucu eli kolu bağlı bir şekilde gemiye sadece
boğazda durma izni vermektedir. Daha fazla baskıya katlanamayan ve gemiden
kaçışları da engellemek isteyen Türkiye römorklarla gemiyi Karadeniz’e çeker.
24 Şubat gecesi Şile açıklarında bir Sovyet denizaltısı gemiyi batırır ve 103’ü
çocuk 768 kişi ölür. Bu ölülerin arasında Nadia Wagner de vardır. Ortada kurtarılabilecek
yüzlerce insan varken hiçbir hükümetin hiçbir şey yapmaması Maximilian’ın
düşüncelerini oluşturur. Bu ayıp sadece Almanya’nın değil, Türkiye’nin,
Filistin’in, İngiltere’nin, Rusya’nın ayıbıdır. Sevgilisini bu şekilde kaybeden
Maximilian bir daha hiçbir iktidara güvenemez ve hepsine içten içe bir nefret
duymaya başlar.
Kitapta zaman ve
mekan açısından çokça işlenen bir başka tema ise savaştır. Olaylar çoğunlukla
1940’larda yani İkinci Dünya Savaşı’nın en yoğun olduğu dönemlerde geçmektedir.
Bu yıllarda tüm Avrupa çatışma halindedir. Her hafta Alman uçakları tüm Avrupa’yı bombalar, cephelerde her gün binlerce insan
ölür. Devletler arasında bu kadar çekişmenin olduğu bir dönem savaş sadece
silahlar arasında kalmamaktadır. Ülkeler arasında gerçekleşen siyasi ve sosyal
çatışmalar da şiddetli bir şekilde yer almaktadır. Bu çatışmalar pek çok
insanın hayatını etkilemekte ve nesiller boyu sürecek acılara neden olmaktadır. Hayatları büyük ölçüde etkilenen ve acıklı hikayelere
sahip olan bu insanlar arasında Maya’nın nineleri Ayşe ve Mari de vardır. Ayşe,
Kırım Türklerindendir. Kırım Türkleri Türkiye’nin teşvikiyle Almanlarla beraber
Ruslara karşı savaşır. Savaştan sonra Ruslar onları öldürmek için trene kapatır
ve sürgüne yollar. Bazıları umudunu kesip trenden nehre atlayarak kendi ölümünü
hazırlar, bazıları ise son ana kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin onları
kurtaracağını düşünür. Umutları boşadır, hepsi kurşuna dizilir. Ayşe ise son
anda nehre atlamaya çalışırken bir Türk askeri tarafından gizlice kurtarılır ve
kaçırılır. İleride Ayşe onu kurtaran askerle evlenerek Kırım Türklerinden
yaşayan son kişi olur. Mari ise bir Ermenidir ve hayatta kalmak için küçük
yaşta ailesi tarafından Türk komşularına bırakılır. Tüm geçmişini,
sevdiklerini, ismini kalbine gömerek yeni bir hayata başlar. Tanıdığı ve
sevdiği herkes ise tecride maruz kalmış ya da ölmüştür. Bu sırrını yıllar sonra
sadece torunu Maya’ya açar ve ölmeden önce ona nefrete karşı sevgiyi tembihler.
Nadia dahil bu acı dolu 3 hayat savaşların karanlık ve acımasız yönünü,
insanların hayatlarını nasıl etkilediğini göstermektedir. Devletlerin yapısal
olarak kendi yararları için tereddüt etmeden binlerce insanın canına kıyması, evlerinden
etmesi kitapta işlenen ana fikirlerden birisidir. Yahudi, Müslüman ya da Ermeni
olmak fark etmez. Savaşta kendisinden olmayan herkes yok edilmeye hazır bir
tehdittir.
Maximilian Wagner pek
çok savaşın sebebini insan ruhunun hastalığı olan ırkçılığa bağlar. Kendisi
hala Almanya’dayken Hitler ile beraber nefret ve ırkçılık salgın bir hastalık
gibi herkesin beynine bulaşır ve tüm Avrupa artık birbirinden nefret eden ve birbirini öldürmek isteyen insanlarla doludur. Her milletin
insanları bu ayrımcılığa ve kıyama maruz kalmışlardır. Yahudiler, Türkler,
Ermeniler, Kürtler, Rumlar ve daha pek çok millet, insan eşitliği hiçe
sayılarak öldürüldü. Kitabın ana karakteri Maya Duran ise bizzat bu milletlerin
insanlarının hikayesine şahit oldu. Tüm bu hikayelerden çıkardığı mesaj ise güç
sahiplerinin aslında ırkçı olmadığını, ırkçılığı kullandığını ve
herkese ayrımcılık yaptığıdır. “Bu olayları niye bilmiyorduk biz? Mavi Alay’ı
niye duymamıştık? Demek ki bu ülkede zulüm, Türk, Ermeni, Kürt, Rum, Yahudi
tanımıyordu. Devletler herkese karşı zalimdi.” (Livaneli, 154) Nadia, Ayşe ya
da Mari… Hiçbiri devlete ya da başka bir insana zarar vermemişlerdi, lakin
kendilerinin seçmedikleri uyrukları tarafından iktidar sahipleri tarafından
büyük bir acıya maruz bırakıldı. Üstün ırk fikri Maya’ya saçma gelmektedir. Çok
sevdiği ninesinin Ermeni olduğunu öğrenince abisi gibi üzülüp “Demek ki bizim
de kanımız bozuk.” dememiştir. Aksine ninesine olan sevgisi daha da artmıştır.
Asker olan abisinin bu tepkisini de çok sert karşılamıştır. Çünkü kendisi Nadia’nın, Ayşe’nin ve
Mari’nin hikayesini biliyordur ve asıl suçluların onlar değil, silah
tutanların olduğunun farkındadır.
Serenad farklı
yerlerde yaşamış, farklı insanların aynı kaderini anlatan bir eserdir.
İnsanlığın başlangıcında öğretilen insan sevgisinin medeniyetin krallıkların
başlangıcıyla yavaş yavaş unutulması sonucu ortaya çıkan ayrımcılığın ve
savaşların bireylerin hayatlarına nasıl etki ettiğini akıcı bir dille aktarır.
Tüm karakterlerin ayrı ayrı hikayelerinin arasında savaşa, ırkçılığa, aşka,
sevgiye, güce, zayıfa, zengine, fakire ve tarihe karşı farklı bakış açıları
kazandıran bir anlatıma sahiptir. Okuyucuya son sayfalarda gelen hayranlık ve
boşluğa düşme hissiyle beraber hiçbir milletin özellikle suçlu olmadığını,
oluşturulmaya çalışılan bu nefretin üst kademelerde olan insanlar tarafından
kullanıldığı mesajını vermektedir. 24 Şubat gecesi Şile kıyısında Maximilian
Wagner’ın kemanının tellerinden süzülen “Serenad” ahengi Nadia, Ayşe, Mari ve
Struma’da, Mavi Alay’da, Doğu Anadolu’da öldürülen tüm masum insanların ruhuna
bir ağıttır ve tiranların silahlarının seslerini de inatla bastırmaktadır.
Eline sağlık çok güzel ve bilgilendirici bir yazı
YanıtlaSilEski yazılar gibi mükemmel ve eşsiz.
YanıtlaSilHarikasin Omer. İlerde senin çok faxlakitabinif okuyacağız gibi geliyor bana. Basarin daim olsun...
YanıtlaSil